YARGITAY CEZA GENEL KURULU
Esas: 2019/ 16-573
Karar: 2022 / 119
Karar Tarihi: 24.02.2022
Dava ve Karar: FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne üye olma suçundan sanık …. ….’in TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5, TCK’nın, 62, 53, 58/9-6 ve 63. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına, hak yoksunluğuna, cezasının mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine ve mahsuba ilişkin Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 10.01.2018 tarihli ve 716-12 sayılı hükme yönelik sanık ve müdafisi tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesince 17.05.2018 tarih ve 1075-1220 sayı ile istinaf başvurularının esastan reddine karar verilmiştir.
Bu hükmün de sanık müdafisi tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay (Kapatılan) 16. Ceza Dairesince 28.02.2019 tarih, 6254-1375 sayı ve oy çokluğu ile;
“Gerekçeli kararın sanık müdafisine usulüne uygun olarak 30.05.2018 tarihinde tebliğ edildiği, sanık müdafisinin ise CMK’nın 291/1. maddesinde öngörülen 15 günlük süreden sonra, 22.06.2018 tarihinde temyiz başvurusu yaptığı anlaşılmakla, süresinden sonra yapılan temyiz başvurusunun CMK’nın 298. maddesi gereğince reddine, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarihli ve 7165 sayılı Kanun’un 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanun’un 304. maddesi uyarınca dosyanın Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdi edilmesine,” karar verildiği,
Daire Üyeleri …. ve ….;
“Sayın çoğunluk ile aramızdaki uyuşmazlığın temeli müdafiisi bulunan sanık hakkında gıyapta verilen Bölge Adliye Mahkemesi kararının sanığa tebliğinin gerekip gerekmediği hususu ile eğer tebliğ edilecekse temyiz süresinin ne zaman başlayacağı, temyiz süresinin başlangıcının müdafiiye yapılan tebligat tarihinden mi yoksa sanığa yapılan tebligat tarihinden itibaren mi başlayacağı veya her biri için kendisine yapılan tebligattan itibaren mi başlayacağı hususudur.
Uygulamada Yargıtay İ.B.B.G.K.’nin 10/07/1940 tarihli ve 07-75 numaralı kararları ile Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 16/09/1985 tarihli ve 178-361 numaralı yine 26/05/1986 tarihli ve 561-295 numaralı kararlarına göre; müdafisi bulunan sanıklar yönünden tebligatın sanığın müdafisine yapılacağı bu hususun müdafinin görevi içinde bulunduğu dolayısıyla yoklukta tefhim olan kararın vekile tebliğ edilmesi gerektiği ayrıca sanığa yapılan tebligatın hukuksal geçerliliğinin bulunmadığı karar altına alınmıştır.
Özellikle yukarıda zikredilen Ceza Genel Kurulu kararları dayanak olarak 1940 tarihli İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun kararını ve Tebligat Kanunun 11. maddesini göstermişlerdir.
Hal böyle olunca özellikle Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin yeniden gözden geçirilmesinde fayda bulunmaktadır. Bu gözden geçirme yapılırken özellikle yukarıda zikredilen İçtihadı Birleştirme Kararından sonra Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde 06/06/1985 tarihinde 3220 sayılı Yasa ile yapılan değişikliğin dikkate alınması gerekmektedir.
Tebligat Kanunu’nun 11. maddesine göre; ‘Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır, vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.’ düzenlemesi yer almaktadır.
Günümüze kadar gelen yerleşik uygulamanın temelini oluşturan bu maddeye göre vekil ile takip edilen işlerde tebligat vekile yapılacaktır. Ancak 06/06/1985 tarihli ve 3220 sayılı Yasa ile değişik son düzenlemesine göre ceza yargılamasında kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümler saklı tutulmuştur. Buradan çıkacak sonuç müdafi ile takip edilen bir davada tebligatın sanıklara yapılmasına ilişkin ayrıksı bir düzenleme söz konusudur. Bu durumda halen yürürlükte bulunan 5271 sayılı CMK’nın kararların sanıklara tebliğine ilişkin hükümlere göz atmak gerekecektir.
Ancak bu hükümlere geçmezden evvel Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde 3220 sayılı yasa ile yapılan değişikliğin madde gerekçesine bakmak yerinde ve faydalı olacaktır.
3220 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile değişik Tebligat Kanunu’nun 11. maddesindeki yapılan değişikliğin gerekçesi şu şekildedir. ‘Diğer taraftan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun ‘kararların tefhim ve tebliğ’ başlığını taşıyan 33. maddesinde ilgililerin yüzüne karşı verilen kararların tefhim olunacağı ve diğer kararların tebliğ edileceği esası kabul edilmiştir. Görülüyor ki her hükmün ilgiliye bildirilmesi CMUK’nın ana ilkelerinden birisini oluşturmaktadır. Kanun koyucu bu konuda çok hassas davranmış, ilgililerin kanuni haklarını kullanabilmeleri için sanıkların karar ve hükümlerden haberdar edilmelerini öngörmüştür. Hal böyleyken Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun eski 124. maddesinin mukabili olan Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde geçen vekil kavramı çoğu zaman müdafi kavramı ile aynı mahiyette telakki edilmekte, bu nedenle ceza yargılamasında tebligat bakımından birbirinden farklı uygulamalara ve hatalı sonuçlar doğmasına sebep olmaktadır. Bilindiği gibi hukuk yargılamasındaki vekil ile ceza yargılamasındaki müdafi kavramları birbirinden farklıdır. Vekil, müvekkilden ayrı ve bağımsız bir statüye sahip değildir, bağımlıdır. Temsil ettiği kişinin talimatı ile hareket eder ve onun yokluğunda onun yerine geçer, müdafi ise, yalnızca ceza davasında söz konusudur. YCGK’nın 25/12/1978 tarihli ve 427507 sayılı kararında da belirtildiği üzere; duruşma vekil için değil sanık için yapılmaktadır, akıbeti de sanığın özgürlüğü veya mali durumu ile kısacası şahsı ile ilgili bulunmaktadır. Bu itibarla ceza davalarında kararların sanıklara tebliğ edilmesine gerek görmemek, müdafisine yapılan tebliği geçerli saymak adalet ilkeleri ile bağdaştırılamayacak durumdur. İşte yukarıda belirtilen görüşlerin ışığı altında uygulamaya açıklık getirmek için 11. maddenin 1. fıkrası yeniden düzenlenmiştir.’
Görüldüğü üzere Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde yapılan değişiklik münhasıran kararların sanıklara tebliğ edilmesini sağlamak amacıyla yapılmış olup, bu husus gerekçede açıkça yer almıştır. Dolayısıyla bu madde gerekçe gösterilerek müdafiye yapılan tebligatın yeterli olduğunu kabul etmek hukuken mümkün değildir. Zira ceza muhakemesinde hukuk muhakemesinden farklı olarak müdafi sanığın temsilcisi değildir, onun yerine geçemez. Gerek müdafi gerekse sanık birbirlerinden ayrı sujeler olduğundan kararların hem sanıklara hem de müdafilerine tebliği gereklidir.
5271 sayılı CMK’da kararların sanıklara tebliğine ve kararlara karşı kanun yoluna başvurmaya ilişkin hükümler şu şekilde düzenlenmiştir.
CMK’nın 35/2. maddesi; ‘Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hakim veya mahkeme kararları hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur.’, CMK’nın 35/3. maddesi ; ‘İlgili taraf serbest olmayan bir kişi veya tutuklu ise tebliğ edilen karar kendisine okunup anlatılır.’ şeklindedir.
Ceza yargılamasının asıl sujesi, tarafı sanık olduğuna göre buradaki ‘ilgili’den kastedilenin sanık veya katılan olduğu kuşkusuzdur. Kanun bu maddesi ile aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek bir kararın yoklukta verilmesi durumunda ilgilisine tebliğ edilmesini zorunlu kılmıştır.
CMK’nın 260/1. maddesi; ‘Hakim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar….. için kanun yolları açıktır.’,
CMK’nın 261. maddesi; ‘Avukat müdafiliğini veya vekilliğini üstlendiği kişilerin açık arzusuna aykırı olmamak koşuluyla kanun yollarına başvurabilir.’ hükümlerine yer vermiştir.
Bu iki maddenin düzenlemesi beraber değerlendirildiğinde kanun yoluna başvurma hakkı aslen sanığa tanınmış bir haktır. Avukat ise sanığın açık arzusuna aykırı olmamak koşuluyla kanun yoluna başvurabilecektir. Hal böyle olunca asıl hak sahibine kararın tebliğ edilmesine gerek olmadığını düşünmek bu hukuki düzenlemelerle bağdaşmayacaktır.
Yine CMK’nın 263. maddesinde tutuklu bulunan sanığın ne şekilde kanun yollarına başvurabileceği ayrıntılı bir biçimde hüküm altına alınmıştır. Özellikle tutuklu sanıklara kararların tebliği hususu ile bu sanıkların kanun yollarına başvuru usulleri CMK’da ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş, kanun koyucu bu hususlara azami bir ehemmiyet atfetmiştir.
CMK’nın 291. maddesinde ise temyiz isteminin süresi ve usulu düzenlenmiş bu maddede de tutuklu bulunan sanık hakkında CMK’nın 263 maddesi hükmünün saklı olduğu belirtilmiştir.
CMK’nın 291/2 maddesinde ise ‘Hüküm, temyiz yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa süre tebliğ tarihinden başlar’ hükmüne yer verilmiştir.
Bu iki fıkra beraber değerlendirildiğinde tutuklu bulunan sanığa gıyapta verilen hükümlerin ne şekilde tebliğ edileceği CMK’nın 263. maddesine atıf yapılarak düzenlenmiş temyiz yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda verilen kararlara karşı temyiz süresinin tebliğ tarihinden itibaren başlayacağı belirlenmiştir. Hükmü temyiz etme yetkisi olanlar arasında sanık ta bir suje olarak sayılmış olduğuna göre tutuklu sanığa hükmün tebliğinin gerekmediği veya tebliğ gerekse bile bu tebliğ tarihine göre temyiz süresinin başlamayacağını savunmak kanunun emredici hükümlerine aykırılık oluşturacaktır.
Diğer taraftan CMK’nın 295/2. maddesi; ‘Temyiz sanık tarafından yapılmış ise ek dilekçe kendisi veya müdafi tarafından imza edilerek verilir.’ hükmünü getirmiştir. Bu hükümden de anlaşılacağı üzere yasamız müdafi bulunsa bile sanığın da temyize hakkı olduğunu, bu hakkın müdafiinden ayrı ve bağımsız olduğunu, kendi başına sanığın bu hakkı kullanabileceğini kabul etmiştir. Bu itibarla bu hakkını kullanabilmesi için sanığa yokluğunda verilen kararın tebliğ edilmesi ve bu tebliğ tarihine göre temyiz süresinin başlatılması bir zorunluluktur.
Özellikle ceza yargılaması sistemimize istinaf kanun yolunun girmesi ile birlikte bu husus daha da önemli hale gelmiştir. Zira istinaf kanun yolunda bölge adliye mahkemelerince çoğunlukla duruşma açılmaksızın dosya üzerinden karar verilmekte ve verilen kararların tebliğ edilmesiyle temyiz süreci başlamaktadır. Cezaevinde tutuklu bulunan sanıklar yönünden gıyapta verilen istinaf kararlarının öğrenilme imkanı bulunmamaktadır. Bu itibarla sadece sanık müdafiine tebligat yapılmasını yeterli görmek ve bu tebligat tarihine göre temyiz süresini başlatmak ve sürenin ilgili müdafii tarafından kaçırılması durumunda temyiz isteminin reddine karar vermek yasamızın açık hükümlerine aykırı olduğu gibi hakkaniyet kurallarına da açıkça aykırılık taşımakta ve uygulamada çok ciddi hak kayıplarına yol açmaktadır.
Yukarıda değinilen kanun maddeleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde müdafisi olup olmadığına bakılmaksızın aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek kararların sanıklara tebliğ edilmesi zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Yine yasanın mantığına göre kanun yollarına başvurma hususunda asıl yetki sanığa aittir. Müdafi sanığın açık arzusuna aykırı olmamak şartıyla kanun yollarına başvurabilecektir. Sanığın gerek kanun yollarına başvuru hakkını kullanması gerekse müdafisine kanun yoluna gidip gitmeyeceği hususunda arzusunu iletmesi için hakkındaki kararın ne olduğunu bilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle tutuklu sanıklar söz konusu olduğunda yasamızın daha ayrıntılı hükümler koyduğu tutuklu sanıklara kararların tebliğine ilişkin emredici hükümler koyduğu anlaşılmaktadır. Tutuklu sanıkların haklarındaki kararlara ulaşım imkanlarının kısıtlılığı nazara alındığında haklarındaki kararların bu kişilere tebliğ daha da önem kazandığından kanun koyucunun bu konudaki hassasiyeti yerinde ve doğru bir yaklaşımdır.
Yukarıda açıklanan gerekçelerle; özellikle Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin 3320 sayılı Kanun ile değişik düzenlemesi, değişikliğin yasal gerekçesi beraber değerlendirildiğinde kanun koyucunun müdafi ile temsil edilse bile kararların sanıklara tebliğini gerçekleştirme adına bu değişikliği yaptığı açık ve nettir. Aynı şekilde 5271 sayılı CMK’da kararların sanıklara ve özellikle de tutuklu sanıklara tebliğine ilişkin emredici hükümler nazara alındığında aksi yöndeki bir kabul yasalarımızın açık hükümlerine aykırı sonuç doğurmaktadır. Özellikle yukarıda anılan İçtihadları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun kararından sonra Tebligat Kanunu’nda değişikliğe gidilmiş olması ile 5271 sayılı CMK’nın anılan hükümleri beraber değerlendirildiğinde kararların sanıklara ve özellikle tutuklu sanıklara müdafisi bulunup bulunmadığına bakılmaksızın tebliğinin gerektiği, bu tebliğden itibarende kanun yoluna başvuru süresinin başladığının kabulünde zorunluluk bulunmaktadır. Aslen ceza muhakemesi sisteminde yargılamanın asıl sujesi olan sanığa tanınan kanun yoluna başvuru hakkının CMK’ya göre sadece tebligatı düzenleyen ki bu konuda dahi ilgili madde CMK’ya atıf yapmıştır, Tebligat Kanunu’nun ilgili maddesine göre kanun yoluna başvuru süresini başlatmak yasal mevzuata uygun bir durum olmayacaktır. Yine müdafinin kanun yoluna başvuru süresini kaçırması durumunda müdafiye uygulanacak cezai veya idari yaptırım sanığın temyiz hakkını geri vermeyecek ve bu anlamda hak kaybını da önlemeyecektir. Bu itibarla; özellikle Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde yapılan değişiklik, değişikliğin gerekçesi nazara alınarak aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek mahkeme kararlarının sanıklara tebliği ve bu tebliğden itibaren yasa yollarına başvuru süresinin başlatılması bir zorunluluktur.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; gıyapta verilen istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi hükmünün sanık müdafisine 30.05.2018 tarihinde tebliğ edildiği, sanık müdafisinin 22.06.2018 tarihli temyiz dilekçesi ile hükmü temyiz ettiği, sanık müdafisinin temyiz talebinin reddine karar verilmesinin gerektiği, bu yönüyle dairemizde oluşmuş bir uyuşmazlık bulunmadığı;
Ancak istinaf kararının cezaevinde tutuklu olarak bulunan sanığa tebliğ edilmediği, yukarıda ayrıntılı şekilde açıklandığı üzere aleyhine temyiz yoluna başvurulabilecek nitelikteki bu kararın sanığa usulüne uygun tebliğ edilip temyiz dilekçesi vermesi halinde Dairemizce temyiz isteminin incelenmesi gerektiği bu itibarla sanığa usulüne uygun tebligat yapılıp süresinde temyiz isteminde bulunması halinde dosyanın mahkememize gönderilmesi için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına tevdisinin gerektiği görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun aksi yöndeki uygulamasına iştirak etmiyoruz.” görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 09.05.2019 tarih ve 56620 sayı ile;
“… Yüksek Daire ile Başsavcılığımız arasındaki uyuşmazlık, yokluğunda verilen kararın, bu kararı temyiz hakkı ve yetkisi bulunan sanığa da ayrıca tebliği gerekip gerekmediğine ilişkindir.
İBBGK’nın 10/07/1940 tarihli ve 07-75 sayılı kararı, ‘…Davanın son dereceye kadar takibi için vekil tayin etmiş olan bir kimseye ilam tebliği mümkün bulundukça müvekkiline tebligat yapılması kanuna aykırı ve bu sebeple tebliğ dahi hükümsüz olduğundan, kanun yoluna başvurma için belli olan süre böyle yolsuz bir tebliğ üzerine cereyan etmez…’ şeklindedir ve bu karar ile bu karara istinaden verilmiş CGK’nın 16/09/1985 tarihli ve 178-361 sayılı, 26/05/1986 tarihli ve 561-295 sayılı kararlarına göre, kararların sanık müdafisine tebliğinin yeterli olduğu ve ayrıca sanığa tebliğe gerek bulunmadığı kabul edilmiştir.
Ancak kararların vekile veya kanuni temsilciye tebliğini düzenleyen 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11/1. maddesi 06/06/1985 tarihli 3220 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile ‘Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak, Ceza Muhakemeleri Usulu Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.’ şeklinde yeniden düzenlenmiş, yeni düzenlemenin gerekçesi de ‘7201 sayılı Kanunu’nun 11. maddesinin birinci fıkrasında ‘Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır.’ hükmü bulunmaktadır. Ancak, vekil vasıtasıyla takip edilen işlerden birden çok vekilin mevcudiyeti durumunda tebligatın hangi vekile yapılacağı, her iki vekile de tebligat yapılmışsa hangi tebligatın geçerli olacağı konularında büküm bulunmamakta, uygulamada tereddütler ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan Ceza Muhakemeleri Usulu Kanunu’nun ‘Kararların tefhim ve tebliğ’ başlığını taşıyan 33. maddesinde ilgililerin yüzüne karşı verilen kararların tefhim olunacağı ve diğer kararların tebliğ edileceği esası kabul edilmiştir. Görülüyor ki her hükmün ilgiliye bildirilmesi CMUK’nın ana ilkelerinden birisini oluşturmaktadır. Kanun koyucu bu konuda çok hassas davranmış, ilgililerin kanuni haklarını kullanabilmeleri için sanıkların karar ve hükümlerden haberdar edilmelerini öngörmüştür. Hal böyleyken Hukuk Usulu Muhakemeleri Kanunu’nun eski 124. maddesinin mukabili olan Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde geçen vekil kavramı çoğu zaman müdafi kavramı ile aynı mahiyette telakki edilmekte, bu nedenle ceza yargılamasında tebligat bakımından birbirinden farklı uygulamalara ve hatalı sonuçlar doğmasına sebep olmaktadır. Bilindiği gibi hukuk yargılamasındaki vekil ile ceza yargılamasındaki müdafi kavramları birbirinden farklıdır. Vekil, müvekkilden ayrı ve bağımsız bir statüye sahip değildir, bağımlıdır. Temsil ettiği kişinin talimatı ile hareket eder ve onun yokluğunda onun yerine geçer, müdafii ise, yalnızca ceza davasında söz konusudur. YCGK’nın 25/12/1978 tarihli ve 427507 sayılı kararında da belirtildiği üzere; duruşma vekil için değil sanık için yapılmaktadır, akıbeti de sanığın özgürlüğü veya mali durumu ile kısacası şahsı ile ilgili bulunmaktadır. Bu itibarla ceza davalarında kararların sanıklara tebliğ edilmesine gerek görmemek, müdafine yapılan tebliğ geçerli saymak adalet ilkeleri ile bağdaştırılamayacak durumdur. İşte yukarıda belirtilen görüşlerin ışığı altında uygulamaya açıklık getirmek için 11. maddenin 1. fıkrası yeniden düzenlenmiştir. İşte, yukarıda ‘belirtilen görüşlerin ışığı altında uygulamaya açıklık getirmek için 11. maddenin birinci fıkrası yeniden düzenlenmiş ve vekilin birden çok olması halinde bunlardan birine tebligat yapılması yeterli görülmüş, tebligat birden fazla vekile yapılmış ise bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılmış ve bundan ayrı alarak, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmesine ilişkin hükümleri saklı tutulmuştur.’ şeklinde belirtilmiştir.
CMK’nın ‘Kararların Açıklanması ve Tebliği başlıklı 35. maddesi ‘(1) İlgili tarafın yüzüne karşı verilen karar kendisine açıklanır ve isterse kararın bir örneği de verilir.
(2) Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hakim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur.
(3) İlgili taraf serbest olmayan bir kişi veya tutuklu ise tebliğ edilen karar, kendisine okunup anlatılır.’ şeklindedir.
Uygulamada yukarıda belirtilen İBBGK kararına istinaden hakkında herhangi bir kanun yoluna başvurulması imkanı bulunan hakim veya mahkeme kararları müdafisi bulunan sanığın sadece müdafisine tebliğ edilmekte, yokluğunda karar verilen sanığa tebliğine gerek görülmemektedir. Ancak bu kural mutlak suretle de uygulanmamaktadır. CGK’nın 20/03/2012 tarihli ve 235-110 Karar sayılı kararında da belirtildiği gibi, kendisine müdafi atandığından haberdar olmayan sanıklara, müdafisi aleyhlerine verilen karar hakkında temyize başvurmuş olsa dahi, gerekçeli kararın ve müdafinin temyiz dilekçesinin tebliğinin Anayasanın 36 ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/3. maddesinde ifadesini bulan adil yargılanma hakkının bir gereği olduğu kabul edilmiştir.
İBBGK kararından sonra 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde yapılan değişiklik gerekçesine bakıldığında, müdafisi bulunan sanığa yokluğunda kanun yolu açık olarak verilen hakim veya mahkeme kararlarının tebliğ edilmemesinin sakıncaları ortaya konularak, vekile tebliğ kuralının istinası olarak Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yer alan sanığa tebliğe dair yasal düzenlemelerin saklı tutulduğuna dair ibare eklenmiştir.
Nitekim somut olayda da, temyize konu suçtan tutuklu olduğu anlaşılan sanığa yokluğunda verilen istinaf mahkemesi kararı tebliğ edilmemiş, müdafisine tebliğ ile yetinilmiş, müdafinin yasal temyiz süresinin kaçırması nedeniyle de temyiz isteği reddedilmiş olmakla, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde yapılan değişikliğe ilişkin gerekçede ortaya konan sakıncalı hal gerçekleşmiş bulunmaktadır. Bu nedenle Yüksek Dairenin dosya hakkında bir karar vermeden önce, Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesinin sanığın yokluğunda verdiği ve fakat sanığa tebliğ etmediği esastan red kararının 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11/1. maddesinin son cümlesi ve CMK’nın 35/2-3. maddeleri gereğince sanığa tebliği konusunda dosyayı Başsavcılığımıza tevdi ederek anılan eksikliği giderdikten sonra, sanığın süresi içinde temyiz dilekçesi vermesi halinde bu dilekçeye göre temyiz incelemesi yapması gerektiği…” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
CMK’nın 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay (Kapatılan) 16. Ceza Dairesince 30.05.2019 tarih, 5370-4004 sayı ve oy çokluğu ile itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire çoğunluğu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; müdafiyle takip edilen davalarda kanun yolu başvurusu için sanığa ayrıca tebligat yapılması gerekip gerekmediğine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından,
Silahlı terör örgütüne üye olma suçundan sanık …. ….’in atılı suçtan mahkÛmiyetine dair Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 10.01.2018 tarihli ve 716-12 sayılı kararı sanık ve müdafisi tarafından istinaf edilmiş, Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesinin 17.05.2018 tarihli ve 1075-1220 sayılı kararı ile bu istemlerin esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın 30.05.2018 tarihinde sanık müdafisine tebliğ edilmesi üzerine sanık müdafisinin 22.06.2018 tarihinde temyiz kanun yoluna başvurduğu ancak temyiz isteminin CMK’nın 291/1 maddesinde yazılı 15 günlük süre geçirildikten sonra yapılmış olduğundan Yargıtay (Kapatılan)16. Ceza Dairesince reddine karar verilmiştir.
Uyuşmazlık konusunun isabetli bir şekilde çözümlenebilmesi için “adil yargılanma hakkı”, Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesi ve “Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması” başlıklı 40. maddesi, “kanun yollarına başvurma hakkı” ve “temyiz kanun yolu” kavramları ile müdafiye tebligat konusu ayrı ayrı değerlendirilmelidir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde hüküm altına alınan “adil yargılanma hakkı” hukukun üstünlüğü ile adalete erişimi koruyan ve kişilerin ceza muhakemesinin ilk aşaması olan soruşturmanın başından itibaren açık ve adil bir şekilde yargılanmalarını teminat altına alan mutlak bir hak olup, kişilerin hukuk devleti kuralları içinde makul sürede yargılanmasını öngörür. Adil yargılanma hakkı hukuk devleti ilkesinin bir gereği olup, bireyler için bir hak, devlet için ise bir görevdir. Adil yargılanma hakkının amacı, yargılamanın doğru, hakkaniyete uygun ve adil bir biçimde yerine getirilmesini sağlamaktır.
Adil yargılama, ceza muhakemesi hukukunda, sanığa ve mağdura tanınan hakların tümü ve insan hakları ihlal edilmeden yapılan yargılama olarak tanımlanmakta olup, soruşturma ve kovuşturma evrelerinin tamamında geçerli olan bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ceza yargılamasında adil yargılanma hakkının bir parçası olarak etkin başvuru yolu ve yöntemine verilen önem dikkate alındığında, Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrası, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) 13. maddesi ve CMK’nın 34. maddesinin ikinci fıkrası ile 232. maddesinin altıncı fıkrasına uygun olarak kararın tebliğinin şekli değil, faydalı, amacına uygun, hak arama hürriyetini ve etkin başvuru hakkını engellemeyecek biçimde yapılması gerekmektedir.
Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesi; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”; “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesine 4709 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle eklenen ikinci fıkrasında da, “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” şeklinde hükümlere yer verilmiş, 40. maddenin ikinci fıkrasının gerekçesinde bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanmasının amaçlandığı, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercisi ve sürelerin belirtilmesinin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk haline geldiği belirtilmiştir.
Genel olarak pozitif hukukça tanınmış hakların ön koşulu ve usuli güvencesi olarak anlaşılması gereken ve yargıya başvurma olanağını her olayda ve aşamada gerekli kılan hak arama özgürlüğü, Anayasa Mahkemesinin 19.09.1991 tarihli ve 2-30 sayılı kararında belirtildiği üzere sav ve savunma hakkı şeklinde birbirini tamamlayan iki unsurdan oluşmakta, hukuksal olanakları kapsamlı biçimde sağlama ve bu konuda tüm yollardan yararlanma haklarını içermektedir (Mesut Aydın, Anayasa Mahkemesi Kararlarında Hak Arama Özgürlüğü, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Yıl:2006, S. 3, s. 4-10.). Bu bakımdan içerdiği sav unsuru nedeniyle davaya katılma hakkı, hak arama hürriyeti ile yakından ilgilidir.
CMK’nın “Kanun yollarına başvurma hakkı” başlıklı 260. maddesinin ilk fıkrasında;
“Hakim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır” denilmek suretiyle sanıkların kanun yoluna başvuru haklarının bulunduğu açıkça kabul edilmiştir.
Aynı Kanun’un “Avukatın başvurma hakkı” başlıklı 261. maddesi ise;
“Avukat, müdafiliğini veya vekilliğini üstlendiği kişilerin açık arzusuna aykırı olmamak koşuluyla kanun yollarına başvurabilir.” şeklinde düzenlenerek müdafinin ve vekilin kanun yoluna başvuru haklarının bulunduğu açıkça kabul edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesi uyarınca;
“Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.
Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” şeklindedir. Anayasa’nın 40. maddesinde yer alan hak arama hürriyeti ile yakından ilişkili olan CMK’nın “Kararların Açıklanması ve Tebliği” başlıklı 35. maddesi;
“(1) İlgili tarafın yüzüne karşı verilen karar kendisine açıklanır ve isterse kararın bir örneği de verilir.
(2) Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hakim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur.
(3) İlgili taraf serbest olmayan bir kişi veya tutuklu ise tebliğ edilen karar, kendisine okunup anlatılır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi temyiz incelemesinin yapılabilmesi için, temyiz kanun yoluna başvuru hakkı bulunanların kararı tefhim veya tebliğ yoluyla öğrenmelerinin sağlanması kanuni bir mecburiyettir.
5271 sayılı CMK’nın kanun yollarına başvurma hakkını düzenleyen 260. maddesinin birinci fıkrası ise;
“(1) Hakim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır” hükmünü içermektedir. Bu düzenlemenin amacı, ayrıntıları yukarıda açıklanan duruşmadan haberdar edilme hakkının kullandırılmaması suretiyle CMK’nın 234. maddesinin ihlal edilmesi durumunda anılan hukuka aykırılığın telafisine imkan sağlamaktadır. Bu emredici düzenleme nedeniyle temyiz mahkemesince, temyiz davasının görülmesine başlamadan önce ilgililerin tümünün davadan ve hükümden haberdar olup olmadığının denetlenmesi, kararı usulüne uygun şekilde öğrenmelerinin sağlanması ve müteakiben inceleme yaparak kanun yoluna başvuru hakkını da içeren adil yargılama ilkesine işlerlik kazandırılması gerekmektedir.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 34/2, 231/2 ve 232/6. maddelerinde ise, karar ve hükümlerde başvurulacak kanun yolu, başvurunun yapılacağı merci, başvuru süresi ve yönteminin hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde ve açıkça gösterilmesi gerektiği düzenlemelerine yer verilmiş olup, anılan hükümlere aykırılık, aynı kanunun 40. maddesi gereğince “eski hale getirme nedeni” oluşturacaktır. Bu bildirimdeki temel amaç, süjelerin başvuru haklarını etkin bir şekilde kullanmalarının sağlanması ve kanun yolu bildirimindeki eksiklik nedeniyle hak kayıplarına yol açılmamasıdır.
Bu aşamada, Tebligat Kanunu’nda yapılan düzenlemelerden de bahsedilmesi gerekmektedir. Tebligat Hukuku’nun en önemli konularından biri vekile tebligattır. Bu husus Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde ve Tebligat Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’in 18. maddesinde ayrıntılı olarak düzenlenmiştir
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun “Vekile ve kanuni mümessile tebligat” 11. maddesi;
“(Değişik birinci fıkra: 6/6/1985 – 3220/5 md.) Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak, Ceza Muhakemeleri Usulu Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.
(Ek: 11/1/2011 – 6099/4 md.) Avukat tarafından takip edilen işlerde, avukatın bürosunda yapılacak tebligatlar, resmi çalışma gün ve saatleri içinde yapılır.
Kanuni mümessilleri bulunanlara veya bulunması gerekenlere yapılacak tebligat kanunlara göre bizzat kendilerine yapılması icabetmedikçe bu mümessillere yapılır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Bilindiği gibi 7201 sayılı Tebligat Kanun’un 11. maddesinin 1. fıkrası, adı geçen yasaya değişiklik getiren 3220 sayılı Kanun ile yeniden düzenlenmiştir. Eski düzenlemede 11.maddenin 1.fıkrası “vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır “hükmünü içerdiği halde yeni düzenleme yukarıda da açıklandığı üzere “Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden çok vekile yapılmış ise bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak Ceza Muhakemeleri Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.” şeklindedir.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesini değiştiren 6.6.1985 tarih ve 3220 sayılı Kanun’un 5. maddesinin gerekçesi, “…Diğer taraftan, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun ‘Kararların tefhim ve tebliği’ başlığını taşıyan 33. maddesinde, ilgililerin yüzüne karşı verilen kararların tefhim olunacağı ve diğer kararların tebliğ edileceği esası kabul edilmiştir. Görülüyor ki her hükmün ilgiliye bildirilmesi CMUK’nın ana ilkelerinden birini oluşturmaktadır. Kanun koyucu bu konuda çok hassas davranmış, ilgililerin kanuni haklarını kullanabilmeleri için sanıkların karar ve hükümlerden haberdar edilmelerini öngörmüştür. Hal böyleyken Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun eski 124. maddesinin mukabili olan Tebligat Kanununun 11.maddesinde geçen ‘vekil’ kavramı çoğu zaman müdafi kavramıyla aynı mahiyette telakki edilmekte, bu nedenle ceza yargılamasında, tebligat bakımından birbirinden farklı uygulamalara ve hatalı sonuçlar doğmasına sebep olmaktadır. Bilindiği gibi hukuk yargılamasındaki ‘vekil’ ile ceza yargılamasındaki müdafi kavramları birbirinden farklıdır. Vekil, müvekkilden ayrı ve bağımsız bir statüye sahip değildir, bağımlıdır. Temsil ettiği kişinin talimatıyla hareket eder ve onun yokluğunda onun yerine geçer. Müdafi ise yalnızca ceza davasında söz konusudur. YCGK.’nın 25.12.1978 gün ve 427/507 sayılı kararında da belirtildiği üzere, duruşma vekil için değil, sanık için yapılmaktadır. Akıbeti de sanığın özgürlüğü veya mali durumu ile kısacası şahsı ile ilgili bulunmaktadır. Bu itibarla ceza davalarında kararların sanıklara tebliğ edilmesine gerek görmemek, müdafiine yapılan tebliği geçerli saymak adalet ilkeleriyle bağdaştırılamayacak bir durumdur. İşte yukarıda belirtilen görüşlerin ışığı altında uygulamaya açıklık getirmek için 11.maddenin 1. fıkrası yeniden düzenlenmiştir…” şeklinde açıklanmıştır.
Gelinen noktada konuyla ilgisi açısından müdafi ve vekil kavramlarının da açıklanması gerekmektedir.
Ceza muhakemesi hukuku, devletin suç şüphesi altındaki bireyleri, yani failleri yargılayarak ve gerektiğinde ceza vererek toplumun adalet ve güvenliğini sağlama görevinin yerine getirilmesi ile uğraşan hukuk dalıdır. Bu hukuk dalı en geniş anlamda ceza iddiası, savunma ve yargılama faaliyetlerinin birlikte yapılmasına ilişkin ilkeleri ve kuralları içermektedir (Nurullah Kunter/Feridun Yenisey/Ayşe Nuhoğlu, Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, 18. Bası, İstanbul, Beta Yayıncılık, 2010, s.13.). Ancak bu faaliyet yapılırken bir yandan toplumsal düzenin korunması için devlet erki kullanılmakta, öte yandan bireylerin temel hak ve özgürlüklerine sınırlamalar getirilmekte veya en azından bu hakların ve özgürlüklerin sınırlanması tehdidinde bulunulmaktadır. Bu bağlamda ceza muhakemesi, devletin cezalandırma hakkı ile şüpheli veya sanığın özgürlük hakkı arasındaki çatışmayı ceza hukuku ilkelerine göre çözmeye çalışmaktadır (Faruk Erem, Diyalektik Açıdan Ceza Yargılaması Hukuku, 6. Bası, Ankara, Işın Yayıncılık, 1986, s.40.). Sonuç olarak ceza muhakemesi hukuku, insan haklarına uygun biçimde maddi gerçeği araştırarak suç şüphesi altındaki bireyin gerçekten suçu olup olmadığını araştırmakta, suçlu olduğu tespit edilen bireyi cezalandırarak kamu düzenini sağlamaya, bunu sağlarken de devlet erki ve toplumun çıkarları ile şüpheliye/sanığa ait bireysel temel hak ve özgürlükler arasındaki dengeyi gerçekleştirmeye çalışmaktadır (Hamide Zafer, Faile Yardım Suçu ve Müdafiin Bu Suçtan Sorumluluğu, İstanbul, Beta Yayınları, 2004, s.255.)
“Müdafi”, “vekilden” farklı olarak şüphelinin/sanığın temsilcisi değil, ondan bağımsız ayrı bir ceza muhakemesi organı/öznesidir. Ceza hukukunda “esas olarak” korunması gereken bireylerin özel çıkarları değil, kamunun yani toplumun çıkarıdır; dolayısıyla ceza davasının kamusal niteliği ve bu davada gerçeği arama yükümlülüğü, temsil ilişkisinin özel hukuktaki anlamıyla yani vekalet sözleşmesiyle bağdaşmamaktadır (Yener Ünver/Hakan Hakeri, Ceza Muhakemesi Hukuku, 5. Bası, Ankara, Adalet Yayınevi, 2012, s.230.). Bu bağlamda sanık ile müdafi arasındaki ilişkinin temsil ilişkisi olarak kabul edilmemesi gerekir. Müdafi her zaman sanığın temsilcisi ve/veya yardımcısı değildir, müdafiin sanığa göre bağımsız bir durumu (Ünver/Hakeri, a.g.e., s.231) ayrı yetkileri ve sorumlulukları vardır. Dolayısıyla kamusal savunma görevini yerine getiren müdafi, savunmasını üstlendiği şüpheli/sanıktan bağımsız, serbest ve talimat ile bağlı olmayan bir konumdadır. Müdafi, sanığın lehine olmak kaydıyla, sanığın isteğine aykırı davranabilir. Örneğin sanığa danışmadan tutuklu sanığın tahliyesini isteyebileceği gibi, sanık istemese de sanık lehine delil sunabilir veya sanığın beraatini talep edebilir.
Müdafilik, kamu hukukuna ait bir kurumdur; dolayısıyla farklı bir mantık ve ihtiyaçtan doğan ve özel hukuka ait bir kurum olan vekalet ilişkisi ile müdafilik kurumunun ve müdafiin sanıkla olan ilişkisinin açıklanması mümkün değildir. Ceza muhakemesinde müdafi savunduğu kişiyi temsil etmemekte, kamusal bir yargılama makamı olarak kişinin savunmasına destek sağlamaktadır, buna göre şüpheli/sanık ile müdafi ilişkisinin temsil kavramıyla açıklanması olanaklı değildir. (Murat Volkan Dülger, Ceza Muhakemesinde Müdafini Konumu ve Uygulamada Karşılaşılan Sorunlar, Ankara Barosu Dergisi/Hakemeli, s.48.).
Müdafi ile şüpheli/sanık arasındaki ilişki, kural olarak temsil ilişkisi değil, işleyişi kamu hukuku kurallarıyla düzenlenmiş bağımsız bir görev ilişkisidir (Nur Centel, Ceza Muhakemesi Hukukunda Müdafi, İstanbul, 1984, s.48 vd.; Centel, Müdafi ile Savunma Hakkı, s.331.). Nitekim Yargıtay’a göre de, müdafi, yasa adına faaliyette bulunmak görevi ile yükümlü, kamu hizmeti gören bir organ olup, vekilden ayrı bir statüdedir (YCGK, 9.12.1974, 272/447, YKD, S.7, Temmuz 1975, s.34.). Zira bu statü, müdafie vekile oranla farklı görev, sorumluluk ve ayrıcalıklar vermektedir.
Alman hukukuna göre kişinin müdafisini kendisinin seçmesinde dahi, sürenin geçirilmesi müdafinin kusurundan kaynaklanıyorsa bu durumdan kural olarak sanık sorumlu değildir. Burada müdafinin kusurlu davranışı sanığa yüklenmemelidir. Kanun yolu başvurusu hakkında doğru bir şekilde bilgilendirilen sanık durumdan hemen sonra müdafinin yazılı ve gerekçeli hükmün tamamlanmasına kadar beklenmesi tavsiyesine uyması nedeniyle kanun yolu başvurusunu geçirmesi halinde, yine kusurlu sayılmayacaktır (Faruk Turhan, Ceza Muhakemesindeki Sürelerin Kusur Olmaksızın Geçirilmesinde Eski Hale Getirme, Makale, s.1240-1241, ‘Weslau/Deiters, in: Volter, SK-StPO I, s. 44, Nr. 342’ den alıntı).
Sonuç olarak müdafi ile vekil arasındaki farklılıklar da gözetildiğinde, sanığın ve müdafiin yokluğunda verilen hükmün müdafiden başka, kamu davasının tarafı, süjesi ve cezanın sorumlusu olan sanığa da ayrıca tebliği Tebligat Kanunu’nun 11. maddesine aykırı olmadığı gibi tam tersine hukuken geçerli ve yapılması zorunlu bir işlemdir. (Serap Keskin, Karar İncelemeleri, “Ceza Muhakemesinde Müdafie Yapılan Tebligat Sanığa Yapılmış Sayılır Mı?”, İHFM C.LV-S3, 1997, s. 362).
Diğer taraftan hakim veya mahkeme kararlarının şüpheli veya sanığa bildirilmesi ile kanun yolu başvuru süresinin başlamasını birbirinden ayırmak gerekir. Bu aşamada başvuru süresinin müdafiye yapılan tebligat ile başladığı kabul edilmelidir (Faruk Turhan, Ceza Muhakemesinde Hakim ve Mahkeme Kararlarının İlgilisine Bildirilmesi, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, Cilt 27, Sayı 2, Aralık 2021, s. 37.). Müdafi yanında şüpheli veya sanığa yapılacak tebligat, kararın içeriği hakkında bilgi sahibi olmayı ve müdafinin kusurlu davranışı ile kanun yolu başvuru süresini geçirmiş olması halinde eski hale getirme imkanının bulunup bulunmadığının incelenerek koşullarının bulunması halinde eski hale getirme talebinde bulunma imkanı verebilecektir.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Silahlı terör örgütüne üye olma suçundan sanık …. ….’in atılı suçtan mahkÛmiyetine dair Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 10.01.2018 tarihli ve 716-12 sayılı kararı sanık ve müdafisi tarafından istinaf edilmiş, Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesinin 17.05.2018 tarihli ve 1075-1220 sayılı kararı ile bu istemlerin esastan reddine karar verilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın 30.05.2018 tarihinde sanık müdafisine tebliğ edilmesi üzerine sanık müdafisinin 22.06.2018 tarihinde temyiz kanun yoluna başvurduğu ancak temyiz isteminin CMK’nın 291/1 maddesinde yazılı 15 günlük süre geçirildikten sonra yapılmış olduğundan Yargıtay (Kapatılan)16. Ceza Dairesince reddine karar verilmiştir.
Adil yargılama, ceza muhakemesi hukukunda, sanığa ve mağdura tanınan hakların tümü ve insan hakları ihlal edilmeden yapılan yargılama olarak tanımlanmakta olup, soruşturma ve kovuşturma evrelerinin tamamında geçerli olan bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır. Ceza yargılamasında adil yargılanma hakkının bir parçası olarak etkin başvuru yolu ve yöntemine verilen önem dikkate alındığında, Anayasa’nın 40. maddesinin ikinci fıkrası, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) 13. maddesi ve CMK’nın 34. maddesinin ikinci fıkrası ile 232. maddesinin altıncı fıkrasına uygun olarak kararın tebliğinin şekli değil, faydalı, amacına uygun, hak arama hürriyetini ve etkin başvuru hakkını engellemeyecek biçimde yapılması gerekmektedir. CMK’nın “Kanun yollarına başvurma hakkı” başlıklı 260. maddesinin ilk fıkrasında; “Hakim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır” denilmek suretiyle sanıkların kanun yoluna başvuru haklarının bulunduğu açıkça kabul edilmiştir. 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin 1. fıkrası, adı geçen yasaya değişiklik getiren 3220 sayılı Kanun ile yeniden düzenlenmiştir. Eski düzenlemede 11.maddenin 1.fıkrası “vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır “hükmünü içerdiği halde yeni düzenlemede “Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden çok vekile yapılmış ise bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak Ceza Muhakemeleri Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.” şeklindedir. Yapılan değişiklikte 6.6.1985 tarih ve 3220 sayılı Kanun’un 5. maddesinin gerekçesinde ceza yargılamasında duruşmanın vekil için değil, sanık için yapıldığı, akıbetinin de sanığın özgürlüğü veya mali durumu ile kısacası şahsı ile ilgili bulunduğu, bu itibarla ceza davalarında kararların sanıklara tebliğ edilmesine gerek görmemenin, müdafisine yapılan tebliği geçerli saymanın adalet ilkeleriyle bağdaştırılamayacak bir durum olduğu ifade edilmiştir. CMK’nın “Kararların Açıklanması ve Tebliği” başlıklı 35. maddesinin 2. fıkrasında ise koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hakim veya mahkeme kararlarının hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunacağı açıkça düzenlenmiştir. Öte yandan “Müdafi”, “vekilden” farklı olarak şüphelinin/sanığın temsilcisi değil, ondan bağımsız ayrı bir ceza muhakemesi organı/öznesidir. Ceza muhakemesinde müdafi savunduğu kişiyi temsil etmemekte, kamusal bir yargılama makamı olarak kişinin savunmasına destek sağlamaktadır. Buna göre şüpheli/sanık ile müdafi ilişkisinin temsil kavramıyla açıklanması olanaklı değildir. Buradaki ilişki temsil ilişkisi olmayıp, işleyişi kamu hukuku kurallarıyla düzenlenmiş bağımsız bir görev ilişkisidir. Ceza yargılamasında adil yargılanma hakkının bir parçası olarak etkin başvuru yolu, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) 13. maddesi ve CMK’nın 34. maddesinin ikinci fıkrası, Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin son cümlesi ile CMK’nın 35. maddesinin 2. fıkrasındaki düzenlemeler ve müdafi ile vekil arasındaki farklılıklar da gözetildiğinde; sanığın ve müdafisinin yokluğunda verilen hükmün müdafiden başka, kamu davasının tarafı, süjesi, cezanın sorumlusu kısacası ilgilisi olan sanığa da ayrıca tebliğ edilmesi gerekmektedir. Burada yapılan tebliğin, kararın içeriği hakkında bilgi sahibi olmayı ve müdafinin kusurlu davranışı ile kanun yolu başvuru süresini geçirmiş olması halinde eski hale getirme imkanının bulunup bulunmadığının incelenerek koşullarının bulunması halinde eski hale getirme talebinde bulunma imkanı amacı taşıdığından kanun yollarına başvuru süresinin müdafiye yapılan tebligat ile başladığı kabul edilmelidir.
Bu itibarla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığın itirazının değişik gerekçe ile kabulüne, Özel Dairenin temyiz isteminin reddine dair kararının kaldırılmasına ve Bölge Adliye Mahkemesi Kararının sanığa; Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin son cümlesi ve CMK’nın 35/2. maddeleri uyarınca tebliğinin yapılması için mahalline gönderilmek üzere tevdi edilmesine karar verilmelidir.
SONUÇ: 1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının DEĞİŞİK GEREKÇEYLE KABULÜNE,
2- Yargıtay (Kapatılan) 16. Ceza Dairesinin 28.02.2019 tarihli ve 6254-1375 sayılı temyiz isteminin reddine dair kararının KALDIRILMASINA,
3- Sanık …. …. hakkında Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2.Ceza Dairesince 17.05.2018 tarih ve 1075-1220 sayı ile istinaf başvurularının esastan reddine dair verilen kararın, içeriği hakkında bilgi sahibi olmayı ve müdafisinin kusurlu davranışı ile kanun yolu başvuru süresini geçirmiş olması halinde eski hale getirme imkanı olan sanığa Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin son cümlesi ve CMK’nın 35/2. maddeleri uyarınca tebliğ edilmesi için Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesince gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 18.01.2022 tarihinde yapılan birinci müzakerede yeterli çoğunluk sağlanamadığından, 24.02.2022 tarihinde yapılan ikinci müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OYÇoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurulu Üyesi ….;
“Sanık …. …. hakkında silahla terör örgütüne üye olma suçundan açılan kamu davasının yapılan yargılama sürecinde Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesince adı geçen sanığın suçu sabit görülerek TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un TMK’nın 5/1 ve TCK’nın 62,53, 58/9 maddelerinin uygulanması sonucu 8 yıl 9 ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verildiği, sanık ve müdafisinin istinaf talebi üzerine Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesince CMK’nın 280/1-a maddesi gereğince istinaf başvurularının ayrı ayrı esastan reddedildiği, bu red kararının temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 28/02/2019 tarihli ve 6254-1375 sayılı kararı ile gerekçeli kararın sanık müdafine usulüne uygun olarak tebliğ edildiği, sanık müdafisinin CMK’nın 291/1. maddesine öngörülen 15 günlük süreden sonra temyiz başvurusu yaptığından bahisle CMK’nın 298. maddesi gereğince temyizin reddedildiği, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca karardaki muhalif görüşler esas alınarak Bölge Adliye Mahkemesi kararının sanığa da tebliğ edilmesi gerektiği yönü ile itiraz kanun yoluna başvurulduğu, Dairesince bu itiraz kabul edilmediğinden dosyanın Yargıtay Ceza Genel Kurul gündemine getirildiği, yapılan müzakereler sonucu oy çokluğu ile itirazın kabulü yönünde karar verildiği görülmüş ise de, aşağıdaki gösterilen gerekçelerle bu karara iştirak edilmemiştir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu ve Ceza Daire uygulamaları ve özellikle Ceza Genel Kurulunun 01/07/2021 tarihli ve 572-337 sayılı kararında belirtildiği üzere;
CMK’nın ‘Kanun yollarına başvurma hakkı’ başlıklı 260. maddesinin ilk fıkrasında;
‘Hakim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır’ denilmek suretiyle sanıkların kanun yoluna başvuru haklarının bulunduğu açıkça kabul edilmiştir.
Aynı Kanun’un ‘Avukatın başvurma hakkı’ başlıklı 261. maddesi ise;
‘Avukat, müdafiliğini veya vekilliğini üstlendiği kişilerin açık arzusuna aykırı olmamak koşuluyla kanun yollarına başvurabilir.’ şeklinde düzenlenerek müdafinin ve vekilin kanun yoluna başvuru haklarının bulunduğu açıkça kabul edilmiştir.
Temyiz kanun yolu, kural olarak bölge adliye mahkemesi ceza daireleri tarafından verilen hükümlerle, bu dairelerin hükme esas teşkil eden ara kararlarına ve 6706 sayılı Cezai Konularda Uluslararası Adli İşbirliği Kanunu’nun 18. maddesi uyarınca iade taleplerine ilişkin ağır ceza mahkemeleri tarafından verilen kararlara karşı başvurulan bir olağan kanun yoludur.
2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 15. maddesinin 3. fıkrası ile ‘İlk derece mahkemesi olarak ilgili dairelerce verilen hükümlerin temyiz yoluyla incelemesini yapmak” görevi Yargıtay Ceza Genel Kuruluna verilmiştir.
CMK’nın ‘Temyiz istemi ve süresi’ başlığını taşıyan 291. maddesi hüküm tarihi itibarıyla;
‘(1) Temyiz istemi, hükmün açıklanmasından itibaren onbeş gün içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt katibine bir beyanda bulunulması suretiyle yapılır; beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakime onaylattırılır. Tutuklu bulunan sanık hakkında 263 üncü madde hükmü saklıdır.
(2) Hüküm, temyiz yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa, süre tebliğ tarihinden başlar.’,
CMK’nın ‘Temyiz başvurusunun içeriği’ başlığını taşıyan 294. maddesi;
‘(1) Temyiz eden, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini temyiz başvurusunda göstermek zorundadır.
(2) Temyiz sebebi, ancak hükmün hukuki yönüne ilişkin olabilir.’
CMK’nın ‘Temyiz gerekçesi’ başlığını taşıyan 295. maddesi ise;
‘(1) Temyiz başvurusunda temyiz nedenleri gösterilmemişse temyiz başvurusu için belirlenen sürenin bitmesinden veya gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yedi içinde hükmü temyiz olunan bölge adliye mahkemesine bu nedenleri içeren bir ek dilekçe verilir. Cumhuriyet savcısı temyiz dilekçesinde, temyiz isteğinin sanığın yararına veya aleyhine olduğunu açıkça belirtir.
(2) Temyiz, sanık tarafından yapılmış ise, ek dilekçe kendisi veya müdafii tarafından imza edilerek verilir.
(3) Müdafii yoksa sanık, tutanağa bağlanmak üzere zabıt katibine yapacağı bir beyanla gerekçesini açıklayabilir; tutanak hakime onaylatılır. Sanığın yasal temsilcisi ve eşi hakkında 262 nci madde, tutuklu sanık hakkında ise 263 üncü madde hükümleri saklıdır.’,
Hükümlerini içermektedir.
5271 sayılı CMK’nın ‘Temyiz isteminin kabule değer sayılmamasından dolayı hükmü veren mahkemece reddi’ başlığını taşıyan 296. maddesinin birinci fıkrası;
‘Temyiz istemi, kanuni sürenin geçmesinden sonra yapılmış veya temyiz edilemeyecek bir hüküm temyiz edilmiş veya temyiz edenin buna hakkı yoksa, hükmü temyiz olunan bölge adliye veya ilk derece mahkemesi bir karar ile temyiz istemini reddeder.” şeklindedir.
‘Davasız yargılama olmaz’ ilkesi ve CMK’nın 296. maddesinin birinci fıkrası gereğince temyiz incelemesi yapılabilmesi için aleyhine temyiz yoluna başvurulabilecek bir hükme karşı, hak sahibi tarafından, süresi içerisinde, temyiz davası açılması yani temyiz isteminde bulunulmuş olması gerekir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, istinaf yoluna başvurabilecek kişiler açıkça ve ayrıca düzenlenmiş olmasına karşın, temyiz yoluna başvurabilecek kişilere ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak temyiz de olağan bir kanun yolu olup kanun yollarına ilişkin genel hükümlere göre başvurma hakkı olanlar temyiz kanun yoluna başvurabilirler. Buna göre; Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık, katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar, verilen hüküm veya karar nedeniyle hukuki hakları zarar gören üçüncü kişiler, şüpheli veya sanığın yasal temsilcisi ve eşinin temyiz kanun yollarına başvuru hakkı bulunmaktadır.
CMK’nın 291. maddesine göre; temyiz davası açılması için on beş günlük bir süre öngörülmüştür. Hükmün yüze karşı açıklanmasından itibaren bu süre içinde temyiz kanun yoluna başvurulması şarttır. Kural olarak temyiz başvurusunun yazılı şekilde olması yani hükmü veren mahkemeye verilecek bir dilekçe ile yapılması gerekir. Ancak zabıt katibine beyanda bulunmak suretiyle sözlü başvuruda bulunmak da mümkündür. Bu durumda beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakim tarafından onaylanır.
Hüküm, temyiz kanun yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmış ise karar tarihi itibarıyla süre tebliğ tarihinden itibaren başlayacaktır.
Bu genel açıklamalar ışığında uyuşmazlığın çözümü Tebligat Kanunu’nun 11. Maddesi ve madde gerekçesi ile Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili hükümleri, özellikle Kanunun 35/2. maddesi arasındaki ilişkinin irdelenmesine bağlıdır.
7201 sayılı Tebligat Kanun’un ‘Vekile ve kanuni mümessile tebligat’ başlıklı 11. maddesinde;
‘Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak, Ceza Muhakemeleri Usulu Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.’ şeklinde iken,
CMK’nın 35/2. maddesi ise; ‘Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hakim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur’ şeklindedir.
Tebligat Kanunu’nun 11. Maddesinin, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazı içeriğinde yer verilen gerekçesi incelendiğinde, ceza muhakemesindeki müdafi kavramıyla, hukuk muhakemesindeki vekil kavramları arasındaki farklılığa dikkat çekildiği, itirazın ise gerekçede yer alan bu ayrımı dayanak aldığı, sanık müdafisinin, vekilin aksine her durumda ilgilinin bir temsilcisi olmadığı, ceza muhakemesinin temel bir sujesi olarak sanığa karşı bağımsız bir konumu olduğu, sanığın savunmasıyla bağlı olmadığı, sanığın aksine onu savunmakla yükümlü olduğu, sanık ve müdafisinin bağımsız konumları dikkate alındığında birine yapılan tebliğin diğerine yapılmış sayılamayacağı, sanığın temyiz hakkını kullanabilmesi için müdafi bulunsa bile ayrıca tebligat yapılmasının zorunlu olduğunun savunulduğu anlaşılmakta, sanığa ayrıca tebligat yapılmadığı takdirde temyiz süresinin başlamayacağı ve dolayısıyla hükmün kesinleşmeyeceği savunulmaktadır.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 35/2. maddesi içeriği incelendiğinde ise müdafisi bulunan sanık hakkında verilen ve kanun yollarına başvurulması mümkün bir hükmün sadece sanığa tebliğ edileceğine, müdafisinin tebliğ alma hak ve görevinin kanun tarafından kaldırıldığına ilişkin açık bir düzenlemenin yer almadığı, bu doğrultuda bu madde ile birlikte Tebligat Kanunu 11. Madde, 1. cümlenin amir ve emredici konumunun sürdüğü anlaşılmaktadır. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 35/2. maddesi bu anlamda bir istisna olmadığından temyiz hakkının kullanılabilmesiyle ilgili hukuki sürece bir etkisi bulunmamaktadır. Aksi kabulün temyiz hakkının kullanımının şart ve usulleriyle ilgili bir karışıklığa sebebiyet verebileceği, temyiz hakkı gibi ceza muhakemesinde özel önem taşıyan bir hakkın kullanımında sanığı müdafi yardımından yoksun bırakabileceği, bu durumun müdafiden yararlanma hakkının özüne dokunan bir sonuç yaratacağı, kanun koyucunun amacının bu yönde olmasının düşünülemeyeceği, öte yandan T.C. Anayasasının 40/2. maddesinin yukarıda yer verilen gerekçesi çerçevesinde temyiz hakkının kullanılmasının şart ve usullerine ilişkin ayrıntılı düzenlemeler getiren kanunun uyuşmazlık konusunda açık bir istisna getirmemiş olmasının kendi sistematiğiyle de bağdaşmayacağı anlaşılmaktadır. Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinin son cümlesi ile birlikte Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 35/2. maddesi gereğince sanıklara tebliğin gerekli olduğu ancak bu hususun temyiz hakkının kullanılabilmesinin ön koşulu olmadığı, bu maddeye göre yapılan tebliğin temyiz süresini yeniden başlatmayacağı, Tebligat Kanunu’nun 11. maddesinde 1985 yılında yapılan değişiklikten sonra gelişen yorum ve uygulamanın da bu yönde olduğu anlaşılmaktadır. Bu uygulama anılan madde gerekçesinde yer alan ve müdafi ile vekil arasındaki farkı açıklayan doktrinde genel kabul görmüş yaklaşımlara da aykırı değildir, zira bu görüş kapsamında da ilgili kararların sanıklara tebliğ edilmesinin kanuni bir görev olduğu kabul edilmektedir.
Sanık müdafisinin 30.5.2018 tarihinde kendisine usulüne uygun tebliğ olunan hükme yönelik 22.06.2008 tarihinde süresinden sonra temyiz talebinde bulunduğu ve geçerli bir eski hale getirme sebebi de öne sürmediğinin anlaşılması karşısında, gerekçeli kararın sanığa ayrıca tebliğ gerekmediği düşüncesiyle temyiz ve eski hale getirme taleplerinin reddine karar veren Yargıtay 16. Ceza Dairesi kararı isabetli bulunmakla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.”,
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurulu Üyesi … …; “Ceza Genel Kurulunun sayın çoğunluğu ile aramızdaki ihtilaf; Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan, müdafiyle takip edilen davalarda kanun yolu başvurusu için sanığa ayrıca tebligat yapılması gerekip gerekmediğine ilişkindir.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, istinaf yoluna başvurabilecek kişiler açıkça ve ayrıca düzenlenmiş olmasına karşın, temyiz yoluna başvurabilecek kişilere ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak temyiz de olağan bir kanun yolu olup kanun yollarına ilişkin genel hükümlere göre başvurma hakkı olanlar temyiz kanun yoluna başvurabilirler.
Buna göre; Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık, katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar, verilen hüküm veya karar nedeniyle hukuki hakları zarar gören üçüncü kişiler, şüpheli veya sanığın yasal temsilcisi ve eşinin temyiz kanun yollarına başvuru hakkı bulunmaktadır.
CMK’nın 291. maddesine göre; temyiz davası açılması için on beş günlük bir süre öngörülmüştür. Hükmün yüze karşı açıklanmasından itibaren bu süre içinde temyiz kanun yoluna başvurulması şarttır. Kural olarak temyiz başvurusunun yazılı şekilde olması yani hükmü veren mahkemeye verilecek bir dilekçe ile yapılması gerekir. Ancak zabıt katibine beyanda bulunmak suretiyle sözlü başvuruda bulunmak da mümkündür. Bu durumda beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakim tarafından onaylanır.
Hüküm, temyiz kanun yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmış ise karar tarihi itibarıyla süre tebliğ tarihinden itibaren başlayacaktır.
Bu genel açıklamalar ışığında uyuşmazlığın çözümü Tebligat Kanunu’nun 11. maddesi ve madde gerekçesi ile Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili hükümleri, özellikle Kanun’un 35/2. maddesi arasındaki ilişkinin irdelenmesine bağlıdır.
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun ‘Vekile ve kanuni mümessile tebligat’ başlıklı 11. maddesinde; ‘Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır. Vekil birden çok ise bunlardan birine tebligat yapılması yeterlidir. Eğer tebligat birden fazla vekile yapılmış ise, bunlardan ilkine yapılan tebliğ tarihi asıl tebliğ tarihi sayılır. Ancak, Ceza Muhakemeleri Usulu Kanununun, kararların sanıklara tebliğ edilmelerine ilişkin hükümleri saklıdır.’ şeklinde iken, CMK’nın 35/2. maddesi ise ”Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hakim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur’ şeklindedir.
Müdafi kanun gereğince atanmaktadır müdafilik ücretini de kamu ödemektedir. Vekilin ücretini sanık kendisi ödemektedir. Anayasanın 40/2. maddesinde ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile diğer mevzuatlarda sanık müdafinin sanığın savunmasını yapma, sanık adına yapılan tebligatı alma ve kanun yollarına başvurma gibi tüm konularda vekile göre daha az yetkili olduğuna dair bir ayrım ve düzenleme yoktur. Kanun yoluna baş vurma hak ve yetkisi açısından vekilde müdafi de aynı yetkilere sahiptir. Kanun yollarına başvurma süresini mazeretsiz kaçıran sanık vekili de sanık müdafi de aynı cezai müeyyidelere maruz kalmaktadır. Tebligat veya sanığın haklarının savunma açısından müdafi ile vekil arasında ayrım yapmak Anayasanın 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine aykırıdır.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 35/2. maddesi içeriği incelendiğinde ise müdafisi bulunan sanık hakkında verilen ve kanun yollarına başvurulması mümkün bir hükmün sadece sanığa tebliğ edileceğine, müdafisinin tebliğ alma hak ve görevinin kanun tarafından kaldırıldığına ilişkin açık bir düzenlemenin yer almadığı, bu doğrultuda bu madde ile birlikte Tebligat Kanunu 11. Madde, 1. cümlenin amir ve emredici konumunun sürdüğü anlaşılmaktadır.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 35/2. maddesi bu anlamda bir istisna olmadığından temyiz hakkının kullanılabilmesiyle ilgili hukuki sürece bir etkisi bulunmamaktadır. Aksi kabulün temyiz hakkının kullanımının şart ve usulleriyle ilgili bir karışıklığa sebebiyet verebileceği, temyiz hakkı gibi ceza muhakemesinde özel önem taşıyan bir hakkın kullanımında sanığı müdafi yardımından yoksun bırakabilecektir. Bu durum müdafiden yararlanma hakkının özüne dokunan bir sonuç yaratacaktır. Kanun koyucunun amacının bu yönde olması düşünülemez.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Sanık müdafisinin kendisine usulüne uygun tebliğ olunan hükme yönelik süresinden sonra temyiz talebinde bulunduğu ve geçerli bir eski hale getirme sebebi de öne sürmediğinin anlaşılması karşısında, gerekçeli kararın sanığa ayrıca tebliğ gerekmediği Yargıtay 16. Ceza Dairesi kararının isabetli olduğu, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmesi gerektiği görüşünde olduğumdan,
Sanık müdafisinin kendisine usulüne uygun tebliğ olunan gerekçeli kararın, sanığa ayrıca tebliğ edilmesi gerektiğine dair Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne karar veren Ceza Genel Kurulu sayın çoğunluğunun görüşüne katılmıyorum.”
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurulu Üyesi … …; “Ceza Genel Kurulunun incelemeye konu iş bu dosyasında Genel Kurulun sayın çoğunluğu ile aramızda görüş ayrılığı doğmuştur. Şöyle ki;
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı; ‘Yüksek Dairenin dosya hakkında bir karar vermeden önce, Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesinin sanığın yokluğunda verdiği ve fakat sanığa tebliğ etmediği esastan red kararının 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11/1. maddesinin son cümlesi ve CMK’nın 35/2-3. maddeleri gereğince sanığa tebliği konusunda dosyayı Başsavcılığına tevdi ederek anılan eksikliği giderdikten sonra, sanığın süresi içinde temyiz dilekçesi vermesi halinde bu dilekçeye göre temyiz incelemesi yapması gerektiği düşüncesiyle’ sanık müdafisinin temyiz isteğinin reddine dair kararına itiraza gelmiştir.
İncelemeye konu dosyada, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11/1. maddesindeki; ‘Vekil vasıtasıyla takip edilen işlerde tebligat vekile yapılır.’ hükmü uyarınca Bölge Adliye Mahkemesi kararının 30.05.2018 tarihinde sanık müdafisine tebliğ edildiği ve sanık müdafisi tarafından süresinden sonra 22.06.2018 tarihli dilekçe ile temyiz isteminde bulunulduğu anlaşılmış olup, gerekçeli kararın sanık müdafiine tebliğinden sonra sanığa tebliğinin ayrıca temyize imkan vermeyeceği ortadadır.
Yine İBBGK’nın 10/07/1940 tarihli ve 07/75 sayılı kararında özetle ‘…Davanın son dereceye kadar takibi için vekil tayin etmiş olan bir kimseye ilam tebliği mümkün bulundukça müvekkiline tebligat yapılması kanuna aykırı ve bu sebeple tebliğ dahi hükümsüz olduğundan, kanun yoluna başvurma için belli olan süre böyle yolsuz bir tebliğ üzerine cereyan etmez…’ olduğunun kabul edilmesi yine Yargıtay CGK’nın 16/09/1985 tarihli ve 178/361 sayılı, 26/05/1986 gün ve 561/295 sayılı kararlarında özetle ‘… kararların sanık müdafisine tebliğinin yeterli olduğu ve ayrıca sanığa tebliğe gerek bulunmadığı…’ nın kabul edilmesi uygulamanın da bu yönde olduğunu göstermektedir.
Müdafi veya vekil haklı bir nedene dayalı olarak temyiz süresini kaçırdığında eski hale getirme kurumu aracılığıyla temyiz süresinin tekrarda canlandırabilecek, haklı bir nedeni bulunmadan süreyi kaçırdığında hakkında görevi kötüye kullanma suçundan soruşturma/kovuşturma yapılacaktır. Vekil /müdafi ile takip edilen dosyalarda ayrıca sanığa da tebligat yapılmasını öngörmek, müdafilik ve vekillik görevlerini gereği gibi yerine getirmeyen avukatlar ile hakkındaki davaları takip etmeyen, duruşmalara katılmayan, geçerli adres bildirmede savsama gösteren sanıklar lehine bir durum yaratarak yargısal sürecin uzamasına sebebiyet verecektir. Ceza Genel Kurulu kararları geriye yürümemekle birlikte avukatlarla ilgili bu duruma bağlı olarak görevi kötüye kullanma suçundan verilen hükümler ile ayrıca sanığa tebligat yapılmadığı için kesinleşen davalarla ilgili tekrardan talepleri de gündeme getirecek bu durum hukuki istikrar ve güveni olumsuz yönde etkileyecektir. Hak arama özgürlüğü, hakkında açılan davalardan ve verilen kararlardan haberdar olma hakkı, adalete her aşamada erişim önemlidir ancak hukuki istikrar ve güven de bir o kadar önemlidir.
Bu açıklamalar çerçevesinde;
Silahlı terör örgütüne üye olma suçundan sanık …. ….’in atılı suçtan mahkÛmiyetine dair Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 10.01.2018 tarihli ve 716-12 sayılı kararı sanık müdafisi tarafından istinaf edilmiş, Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesinin 17.05.2018 tarihli ve 1075-1220 sayılı kararı ile bu istemi esastan reddetmiştir. Bu karar sanık müdafisi tarafından temyiz edilmiş ancak temyiz istemi CMK’nın 291/1 maddesinde yazılı 15 günlük süre geçirildikten sonra yapılmış olduğundan Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 28.02.2019 tarihli ve 6254-1375 sayılı kararı ile oy çokluğuyla temyiz isteminin reddine karar verilmesi usul ve yasaya uygun olduğundan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının reddi gerekirken, itirazın kabulü yönündeki Ceza Genel Kurulun sayın çoğunluğunun görüşüne katılmamaktayız.”,
Çoğunluk görüşüne katılmayan bir Ceza Genel Kurulu Üyesi de; “Müdafiyle takip edilen davalarda kanun yolu başvurusu için sanığa ayrıca tebligat yapılması gerekmediğinden Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının reddine karar verilmesi gerektiği”,
Düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.